Biden ve Trump’ın Dış Politika Yaklaşımları
Başkanlık seçimleri yaklaşırken siyaset uzmanları ve Amerikan basını adayların dış politika yaklaşımlarını masaya yatırarak zayıf ve güçlü yönlerini kıyaslamaya başladı. Başkanlık seçimlerinde nadir görülen bir şekilde hem Başkan Biden hem de eski Başkan Trump’ın dış politika konusunda uzun bir geçmişe ve belirgin pozisyonlara sahip olması böyle bir karşılaştırmaya imkân tanıyor. Her ikisi de başkanlık yapmış olan Trump ve Biden’ın arka arkaya iki kez başkanlık seçimlerinde karşılaması, Amerikan siyasi tarihinde benzeri görülmemiş bir durum olarak öne çıkıyor.
Biden ve Trump’ın dış politika yaklaşımları, ABD’nin son yıllarda dünyayla nasıl ilişki kurduğu konusunda keskin bir tezat oluşturuyor. Her iki lider de Amerikan çıkarlarını ilerletmeye çalışmış olsa da izledikleri politikalar tarz, öncelikler ve sonuçlar açısından önemli ölçüde farklılık gösteriyor. Cumhuriyetçiler, Biden’ın Amerika’nın yurtdışındaki konumunu zayıflattığını ve Rusya ile Ukrayna’nın yanı sıra İsrailliler ve Filistinliler arasındaki çatışmaların patlak vermesine izin verdiğini iddia ederken dört yıl önce Amerika’nın dış ittifaklarını güçlendirme ve Trump politikalarını tersine çevirme mesajıyla aday olan Biden ise ABD’nin yurtdışındaki konumunu başarılı bir şekilde yeniden tesis ettiğini savunuyor.
Biden döneminin en önemli dış politika kararlarından biri olarak ABD askerlerinin 2021’de Afganistan’dan çekilmesi gösteriliyor. Afgan hükümetinin hızla çöküşüne sebebiyet veren kaotik çıkış, büyük bir dış politika başarısızlığı olarak geniş çapta eleştiri toplamıştı. Biden çekilmenin Amerika’nın en uzun savaşını sona erdirmek için gerekli olduğunu savunmuş, ancak çıkışın “dağınık” bir şekilde gerçekleştirildiğini kabul etmişti. Bununla birlikte, Biden yönetimi yetkilileri Taliban ile bir çekilme anlaşması müzakere etmiş olan Trump yönetimini belirsiz bir plan bırakmakla suçlamıştı.
Her iki başkan için dış politikadaki en önemli konulardan biri de Çin’le ilişkiler oldu. Çin’e karşı oldukça sert bir tutum benimseyen Trump yönetimi Pekin’e gümrük vergileri ve ticari yaptırımlar uygulamanın yanı sıra Çinli diplomatları casusluk iddiasıyla hedef aldı ve ardından COVID-19 salgınından Çin’i sorumlu tuttu. Trump yönetimi ayrıca ABD’nin Tayvan’la ilişkilerini geliştirerek iki taraf arasında daha üst düzey toplantılara izin verdi ve Çin’in kendi toprağı olarak gördüğü adaya silah satışını hızlandırdı. Trump yönetimi ayrıca Çin’in Güney Çin Denizi’nde artan saldırganlığını, Hong Kong’daki anti-demokratik eylemlerini ve Uygurlara yönelik baskı ve zulüm politikasını güçlü bir şekilde kınadı.
Biden yönetimi de Çin ile ilişkileri iklim krizi gibi küresel sorunlarda geliştirmeye çalışmış olsa da Trump döneminde uygulanan yaptırımları büyük ölçüde devam ettirdi. Bölge ülkeleriyle ittifak ilişkilerini güçlendiren Biden yönetimi, Çin’i çevreleme faaliyetlerine hız verdi. Son NATO toplantısında yayınlanan sonuç bildirgesinde, Çin ilk kez Ukrayna’daki savaş için kullanılmak üzere Rusya’ya silah tedarik etmekle suçlandı.
Diğer bir önemli konu da Rusya kaynaklı tehditler oldu. Trump yönetiminin Rusya’ya yaklaşımında çok sayıda çelişkili karar görüldü. Politika genel olarak Rusya’nın “kötü niyetli bir aktör ve ulusal güvenlik tehdidi” olduğu yönündeki fikir birliğini yansıtırken, Trump’ın kişisel yaklaşımı çoğu zaman bu duruşu baltaladı. Rusya Devlet Başkanı Putin’i kişisel olarak eleştirmekten kaçınan Trump, Rusya’nın 2016 seçimlerine müdahalesine ilişkin ABD istihbarat değerlendirmeleri konusunda da Putin’i savunur bir pozisyon aldı. Trump, Rusya’nın G7’ye yeniden kabul edilmesini savunmuş ve Rusya’ya yaptırım uygulanmasına yönelik Kongre çabalarına karşı çıkmıştı. Buna rağmen Obama yönetimi tarafından uygulanan yaptırımları arttırarak sürdürdü ve Doğu Avrupa’ya askeri yardım sağladı. Trump, Putin ile olan kişisel ilişkisinin Rusya kaynaklı sorunları çözebileceğine inanıyor.
Buna karşılık Biden, Rusya’yı Amerikan değerlerine ve çıkarlarına karşı diktatör bir lider tarafından yönetilen “pervasız ve zalim bir rejim” olarak görüyor. Biden yönetimi Rusya’yı stratejik bir rakip ve Batı demokrasisini tehdit eden revizyonist bir güç olarak tanımlıyor. Biden’ın yaklaşımı, güçlü bir ABD-Avrupa ittifakının sürdürülmesinin ve Ukrayna’nın Rus saldırganlığına karşı desteklenmesinin önemini vurguluyor. Putin’i kişisel olarak da hedef alan Biden, Rusya’nın eylemlerine karşı askeri yardım ve ekonomik yaptırımların artırılması da dahil olmak üzere daha güçlü bir yanıt verilmesini savunuyor. Biden’ın Rusya konusundaki tutumu Trump’ınkiyle tam bir tezat oluşturuyor ve dünya görüşleri ile dış politikaya yaklaşımlarındaki temel farklılığı yansıtıyor.
Trump, başkanlığı sırasında Ortadoğu’daki kilit konularda kesinlikle İsrail yanlısı bir duruş sergiledi. Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıyan Trump, ABD Büyükelçiliğinin de buraya taşınması emrini verdi. Trump ayrıca İsrail’in 1967 savaşında ele geçirdiği Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini de kabul etti. Ayrıca, Filistinli mültecilere ve Filistinlilerin öz yönetimini destekleyen programlara yönelik ABD fonlarını keserken, Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerinin uluslararası hukuka göre “gayrimeşru” olduğuna dair daha önceki bir ABD kararını da iptal etti.
Trump, İsrail, BAE, Bahreyn ve Fas arasındaki ilişkileri normalleştiren Abraham Anlaşmalarını nispeten başarılı bir şekilde müzakere ederek alternatif yollarla Ortadoğu barışını teşvik etmeye çalıştı. Ancak İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için önerdiği “yüzyılın anlaşması” her iki tarafça da reddedildi. Trump, son İsrail-Hamas savaşının kendi gözetiminde gerçekleşmeyeceğini iddia etse de, uzmanlar Filistinlileri yabancılaştırmasının çatışmaya yol açan koşullara katkıda bulunmuş olabileceğini öne sürüyor.
Göreve geldiğinde ABD’nin dış politika odağını Ortadoğu’dan Hint-Pasifik bölgesine kaydıracağını belirten Biden, İsrail-Hamas çatışması nedeniyle son dönemde dış politika enerjisini neredeyse tamamen bu bölgeye harcamak zorunda kaldı. İçerden ve dışardan gelen yoğun eleştirilere rağmen İsrail’i uluslararası baskılardan korumaya çalışan Biden yönetimi, İsrail ordusunun binlerce sivili öldürdüğü Gazze’deki saldırılarına verdiği silah desteği nedeniyle katliam ortağı olarak görülmeye başlandı. İsrail-Hamas çatışmasına olan yaklaşımında, Rusya-Ukrayna savaşındaki tutum ve söylemlerinin tam tersini sergileyen Biden “iki yüzlü” bir politika izlediği ve “çifte standart” uyguladığı yönünde eleştirilere maruz kalarak uluslararası camiada yalnızlaşarak ahlaki zemini kaybetti.
İran konusunda Trump sert bir tutum sergiledi. 2016 seçim kampanyası sırasında Obama yönetimi döneminde müzakere edilen İran nükleer anlaşmasını şimdiye kadar yapılmış “en kötü” diplomatik anlaşma olarak eleştiren Trump, 2018’de ABD’yi nükleer anlaşmadan çekti ve İran Devrim Muhafızları’nı yabancı terör örgütü olarak tanımlamak da dahil olmak üzere İran’a sert yaptırımlar uygulayarak “maksimum baskı” stratejisi uyguladı. ABD’nin 2020’de Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’yi öldürmesi bölgesel gerilimin de artmasına neden oldu.
Biden ise göreve geldiğinde, İran’ın askeri çatışma olmadan nükleer silah elde etmesini önlemenin en iyi yolunun bu olduğunu savunarak İran nükleer anlaşmasını yeniden canlandırmaya çalıştı. Biden, Trump tarafından uygulanan bazı yaptırımları hafifletti, ancak nükleer anlaşmayı tamamen canlandırma çabaları ilerletilemedi. Ağustos 2023’te ABD ve İran, tutuklu beş Amerikalının serbest bırakılması karşılığında İran’ın dondurulmuş 6 milyar dolarlık fonunun serbest bırakılması konusunda anlaştı ancak para henüz serbest bırakılmadı. Cumhuriyetçiler, İran terörizmi finanse edeceğini iddia ederek anlaşmayı eleştirirken, yönetim paranın sadece insani amaçlarla kullanılabileceğini savundu.
Trump yönetiminin görevdeki son icraatlarından birinde Yemen’deki İran destekli Husi isyancıları “yabancı terör örgütü” olarak tanımlamış ve bu karar birçok yardım kuruluşu tarafından Yemen’deki insani krizi daha da kötüleştireceği gerekçesiyle eleştirilmişti. Biden yönetimi ise sahadaki koşulları iyileştirmek amacıyla bu kararını tersine çevirdi ancak beklenen sonuç alınamadı. Husiler, Suudi Arabistan’a yönelik saldırılarını sürdürdü ve geçen yıl Gazze savaşının patlak vermesinden bu yana Kızıldeniz’de İsrail’le bağlantılı gemilere saldırmaya başladı.
Başkan seçildiğinde Trump’a selefi Obama tarafından Kuzey Kore’nin nükleer ve füze programlarının ABD’ye yönelik en büyük tehdit olduğu söylenmişti. Kuzey Kore’den gelen tehdit Trump’ın görevdeki ilk aylarında arttı ancak Trump, Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile görüşerek gerilimi yatıştırdı. Kuzey Kore füze ve nükleer denemelerini askıya aldı ancak kalıcı bir anlaşma sağlama girişimleri başarısız oldu. Biden’in göreve gelmesinin ardından Kuzey Kore füze denemelerine yeniden başladı.
Bu hafta yapılan Cumhuriyetçi Ulusal Kongresindeki konuşmacılar seçilmesi durumunda Trump’ın nasıl bir dış politika çizgisi izleyeceğine dair bazı işaretler verdi. Konuşmacılar, Trump’ın popülist ve izolasyonist yaklaşımını daha fazla benimseyen ve uzun süredir devam eden Cumhuriyetçi görüşlerden iyice uzaklaşmış bir Amerikan dış politikası vizyonu çizdiler. Başkan Biden’ın Afganistan’dan çekilmesini eleştiren konuşmacılar, Çin’e karşı daha sert bir çizgi vaat ettiler ve Ukrayna ve İsrail’deki çatışmaları Amerika’nın zayıflığına bağladılar.
Trump ve Biden’ın yaklaşımlarındaki keskin farklılıklar ve tezatlar, Kasım seçimlerinin Amerika’nın dış politikası açısından bir dönüm noktası teşkil edeceğini gösteriyor. Özellikle Çin’le mücadele konusundaki devamlılık gibi benzer politikaları dışındaki temel farklılıklar, Amerika’nın küresel rolünün kritik bir eşikte olduğuna işaret ediyor.