Trump Muhammed bin Selman’ı Beyaz Saray’da Ağırladı
Başkan Donald Trump, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı Washington’da ağırladı. Yedi yıllık bir aradan sonra gerçekleşen ziyaret yalnızca diplomatik açıdan değil Ortadoğu dengelerin yeniden şekillendirilmesi bakımından da önem taşıyor. Kaşıkçı cinayetinin ardından bozulan ilişkiler bu ziyaretle normale dönerken iki lider savunma işbirliği, büyük ölçekli yatırımlar ve bölgesel güvenlik konularını masaya yatırdı. Ayrıca İsrail’le normalleşme ve İran ilişkileri de görüşmede ele alındı.
Washington’daki görüşmenin en önemli konusu, Suudi Arabistan’ın askeri modernizasyonunu hızlandıracak savunma paketiydi. Trump yönetimi, Riyad’a F-35 savaş uçaklarının satışına onay verirken bu kararla Suudi Arabistan “büyük NATO dışı müttefik” statüsüne yükseldi. Böylece ABD, Suudi Arabistan’a daha ileri teknoloji silah sistemlerinin yolunu açmış oldu. Pakette F-35’lere ek olarak Abrams tankları, gelişmiş hava savunma unsurları ve füze sistemleri bulunuyor. Yemen’deki Husi saldırıları ve İran’ın askeri kapasitesi dikkate alındığında, Riyad bu anlaşmayı güvenliğini güçlendiren kritik bir adım olarak görüyor. Trump açısından ise paket, ABD savunma sanayisine yüksek gelir sağlayan ve Washington’ın bölgedeki etkisini sürdürmesine yardımcı olan stratejik bir kazanım niteliğinde.
Ziyaretin ekonomik boyutu, iki ülke arasındaki en büyük anlaşmalardan birini ortaya çıkardı. MbS, ABD’deki mevcut 600 milyar dolarlık Suudi yatırımını 1 trilyon dolara çıkarmayı taahhüt etti. Bu artış, Vision 2030 hedefleriyle uyumlu şekilde yapay zekâ çipleri, enerji altyapısı, ileri üretim, turizm ve büyük teknoloji firmalarına yapılacak yeni yatırımları kapsıyor. NEOM ve Red Sea gibi projelerin mali yükünü dengelemek isteyen MbS, ABD özel sektörü ile yakın çalışmayı ülkenin ekonomik dönüşümünün önemli bir parçası olarak görüyor. Trump yönetimi açısından bu taahhüt, ABD ekonomisine ek kaynak sağlayarak büyümeyi destekleyecek. Ancak eleştirmenler, bu sermayenin insan hakları ihlallerine göz yumulduğu bir zemin yarattığını savunuyor.
Trump ilk döneminde Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’i İsrail’le normalleşmeye yönlendirerek bölgedeki diplomatik denklemi önemli ölçüde değiştirmişti. Bu nedenle Washington’daki zirvede Suudi Arabistan’ın da İbrahim Anlaşmalarına katılması hem Trump yönetiminin hem de İsrail hükümetinin uzun süredir beklediği stratejik bir adım olarak öne çıktı. MbS bu konuda geri adım atmayarak Filistinliler için iki devletli çözüm yönünde somut, izlenebilir ve geri dönüşü olmayan adımlar atılmadan normalleşme mümkün olmayacağı şartını öne sürdü.
Gazze’deki durum ve insani kriz nedeniyle hızlı bir normalleşmenin hem bölgesel hem iç siyasi açıdan maliyetli olacağını vurgulayan veliaht Prens, bu çıkışıyla, Suudi Arabistan’ın 1967 sınırlarını esas alan Arap Barış Girişimi’ne bağlılığını yeniden hatırlatmış oldu. MbS, İsrail’le normalleşmenin uzun vadede stratejik fayda sağlayabileceğini kabul etse de bunun ancak Filistin meselesinde ciddi bir ilerleme görüldüğünde gündeme alınabileceğini belirtiyor. Bu nedenle Suudi yönetimi, ABD ile savunma ve ekonomik işbirliği başlıklarını hızla ilerletirken, normalleşme dosyasını bilinçli olarak kontrollü ve yavaş bir şekilde yönetmeyi tercih ediyor.
İki liderin ele aldığı bir diğer önemli konu da İran’la ilişkiler oldu. ABD, Tahran’ın nükleer programına daha fazla baskı uygulamak için Suudi Arabistan’ın siyasi desteğine ihtiyaç duyuyor. MbS ise İran’ın Yemen’deki Husi güçleri üzerinden Suudi topraklarını hedef aldığını vurgulayarak, ABD ile güvenlik işbirliğinin daha net ve kurumsal bir yapıya kavuşturulmasını istedi. Bu çerçevede iki taraf, “maksimum baskı” politikasının güncellenmiş bir versiyonu üzerinde duruyor. Yeni strateji, Körfez’de ortak hava savunma sistemleri, istihbarat paylaşımı ve İran’ın petrol gelirlerini sınırlamaya yönelik ortak adımlar atılmasını içeriyor. Bu hamle ile İran’ın bölgedeki etkisini azaltırken Suudi Arabistan’ın güvenliğini artırmak ve Körfez’deki güç dengelerini ABD-Suudi bölgesine doğru kaydırmanın hedeflendiği belirtiliyor.
Ziyaretin en tartışmalı başlıkları arasında Suudi Arabistan’ın insan hakları sicili ve Kaşıkçı cinayetinin yarattığı baskı vardı. Trump, basın toplantısında ABC muhabirinin Kaşıkçı sorusuna sert bir tepki vererek medyayı eleştirdi ve MbS’yi “masum bir lider” olarak savundu. Toplantıda gündeme gelen bir diğer kritik soru ise 11 Eylül saldırılarıydı. MbS, Suudi devletinin saldırılarla hiçbir bağlantısı olmadığını söyleyerek sorumluluğun bireysel aktörlerde olduğunu belirtti. Ayrıca 9/11 saldırılarının asıl amacının ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini zayıflatmak olduğunu savundu. Bu açıklamalar Washington’da geniş tartışma yarattı. Biden dönemindeki sert tutumla karşılaştırıldığında, Trump’ın MbS’ye verdiği açık destek, ABD’nin insan hakları konusundaki tutarlılığı hakkında soru işaretleri oluşturuyor. Eleştirmenler bu yaklaşımın otoriter rejimlerle ilişkilerde insan haklarını geri plana ittiğini söylerken, Beyaz Saray bu politikayı “ulusal çıkarların gereği” olarak savunuyor.
Görüşmelerin uzun vadede en etkili başlıklarından biri teknoloji ve nükleer işbirliği oldu. MbS, Suudi Arabistan’ın sivil nükleer enerji programına ABD’nin destek vermesini ve sınırlı düzeyde yerli yakıt zenginleştirme hakkı tanınmasını istedi. Trump yönetimi bu talebe temkinli yaklaşsa da genel olarak olumlu bir çerçeve sundu. Plan, sıkı denetim mekanizmaları ve ABD’li şirketlerin sürece tam katılımını içeriyor. Suudi Arabistan ayrıca yapay zekâ çiplerine ve ABD’nin teknoloji sistemine daha geniş erişim sağlayacak. Bu işbirliği, Riyad’ın Vision 2030 kapsamında öngördüğü dijital dönüşümü hızlandırırken, ABD’nin küresel teknoloji yarışındaki konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.
Muhammed bin Selman’ın Washington ziyareti, ABD-Suudi ilişkilerinin yeniden şekillendiği bir döneme işaret ediyor. Savunma anlaşmaları, büyük ölçekli yatırımlar, İran’a karşı ortak strateji ve teknoloji işbirliği iki ülkeyi daha yakın bir çizgiye taşırken, insan hakları ve İsrail normalleşmesi gibi hassas dosyalar bu ortaklığın sınırlarını hatırlatıyor. Trump yönetimi, MbS ile kurduğu ilişkiyi bölgesel istikrarın ve ABD çıkarlarının temel bir unsuru olarak sunuyor. Ancak bu yakınlaşmanın hem Washington’da hem de küresel kamuoyunda uzun süre tartışılacak siyasi ve ahlaki sonuçlar üretmesi bekleniyor.












