Rusya’yla Nükleer Gerilim Artıyor
ABD ve Rusya arasındaki nükleer gerilim, Soğuk Savaş sonrası dönemin en yüksek seviyelerine ulaştı. Ekim ayının ortasından itibaren ivme kazanmaya başlayan bu gerilim, son günlerde hem söylem düzeyinde hem de teknik hazırlıklar açısından tehlikeli bir eşiğe taşındı. Başkan Trump’ın 29 Ekim’de nükleer silah testlerine “derhal” başlama talimatının ardından Rusya’nın nükleer doktrin değişiklikleri ve yeni silah denemeleriyle yanıt vermesi, taraflar arasında karşılıklı güvensizliğin hızla derinleştiğini gösteriyor.
Trump nükleer silah testlerine yeniden başlama emrini Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile yapacağı görüşmenin hemen öncesinde vermişti. Yapılan analizlerde Trump’ın bu kararı pazarlık masasında elini güçlendirme hamlesi olarak yorumlanmasının yanı sıra Çin ve Rusya’nın nükleer testlerini hızlandırmasına karşılık olarak, Amerikan “caydırıcılığını artırmak için aldığı görüşü öne çıktı. 1992’deki son testten bu yana hiçbir ABD başkanı resmen nükleer silah testlerini yeniden başlatma emri vermemişti. ABD, CTBT’yi (Nükleer Denemelerin Kapsamlı Yasaklanması Antlaşması) imzalamış olsa da onaylamadığı için bu noktada hukuken manevra alanı bulunuyor.
Trump’ın emri sonrasında, özellikle Nevada ve Alaska’daki nükleer test sahalarında dikkat çekici askeri hareketlilik gözlemlendi. Buna paralel olarak, ABD Hava Kuvvetleri, “nükleer saldırıya karşı hızlı tepki” konsepti çerçevesinde füze savunma ve bombardıman tatbikatlarını yoğunlaştırdı. Amerikan yetkililer, bu adımların gerekçesi olarak Rusya’nın son dönemde geliştirdiği hipersonik füzeler ve taktik nükleer başlık taşıyabilen sistemlere karşı “asimetrik caydırıcılık” ihtiyacını öne sürüyor. Pentagon’dan yapılan değerlendirmelere göre ise, bu tür testlerin başlaması, 2026’ya kadar yürürlükte olan ve stratejik silahları sınırlayan START III anlaşmasının fiilen sona ermesine neden olabilir. Yaşanan gelişmeler, Washington’un hem Moskova’yı baskı altına alma hem de Çin ile Rusya’ya karşı üç kutuplu bir denge kurma çabasını ortaya koyarken, Kremlin’de ciddi bir alarma yol açmış durumda.
Trump’ın nükleer testlere yeniden başlama yönündeki açıklaması, Putin’e önemli bir fırsat alanı açmış oldu. Rusya açısından bu adım, 1992’den beri Batı’nın fiilî olarak sürdürdüğü nükleer test moratoryumunun sona erdiği anlamına geliyor. Putin, yaptığı bir açıklamada, eğer “ABD bir test yaparsa, kendilerinin de yapacağını” belirterek açık bir karşılık verdi. Şu ana kadar Ukrayna’da taktik nükleer silah kullanmaktan kaçınan Moskova, bu gelişmeyle birlikte nükleer deneme yarışına katılma gerekçesiyle düşük kapasiteli nükleer füzelerini operasyonel kullanıma sokma tehdidini gündeme getirebilir. Ayrıca, ABD’nin bu çıkışı, Batılı müttefiklerde kırılganlık yaratabilir. Batı’nın “kırmızı çizgi” olarak gördüğü 1992 moratoryumunu yıkan Trump’ın güç gösterisi, Rusya’ya sahada nükleer silah kullanmadan stratejik üstünlük kazanma fırsatı sağlamış ve 2026’da Pasifik bölgesinde gerçekleşebilecek olası bir Rus nükleer denemesinin zeminini oluşturmuş olabilir.
Putin, Trump’ın nükleer test açıklamasının ardından Rusya’nın stratejik silah kapasitesini vurgulayan bir dizi gövde gösterisine başvurdu. Özellikle “Poseidon” adlı nükleer torpido sisteminin denizaltı testlerinin başarıyla tamamlandığını kamuoyuna duyurarak, ABD’nin doğu kıyılarını hedef alabilecek yeni nesil bir caydırıcı platform geliştirdiklerini ilan etti. Aynı zamanda, ses hızının birçok katı hıza ulaşabilen “Zirkon” hipersonik seyir füzesinin de başarılı şekilde test edildiğini açıkladı. Rusya’nın nükleer üçlüsünün modernizasyonunu ve konvansiyonel sınırların ötesine geçen yeni silah teknolojilerindeki ilerlemesini sergileme amacı taşıyan bu açıklamalar, Moskova’nın sadece savunmada değil, gerektiğinde saldırı kapasitesinde de kararlılıkla ilerlediğini göstermeye yönelik güçlü bir mesaj niteliği taşıyor.
Moskova’nın nükleer silah doktrinini gevşetmesi, testleri yeniden başlatma kararı ve yeni silah sistemlerini öne çıkarması, Batı’yı sindirme amacından çok, caydırıcılık kapasitesindeki aşınmayı gizlemeye yönelik bir propaganda aracı olarak da yorumlanıyor. Bu tehditlerin ardında yatan temel sorun, Rusya’nın geleneksel askeri gücünde yaşanan aşınma olarak görülüyor.. Uzmanlar, nükleer silah söyleminin abartılı biçimde öne çıkarılmasının, Kremlin’in artık sahadaki üstünlüğünü yitirdiğini ve iç politikada zayıflayan iktidarın dış düşman tehdidiyle toplumu konsolide etmeye çalıştığını savunuyor. Rus tarafı ise bu tür analizlerin Batı’nın çifte standardını yansıttığını öne sürüyor.
Bu gelişmeler, yalnızca ABD ve Rusya arasında tırmanan bir nükleer rekabet olarak kalmıyor; aynı zamanda NATO içindeki hassas dengeleri ve Asya-Pasifik bölgesinin güvenlik mimarisini de doğrudan etkiliyor. Almanya, Polonya, Litvanya ve Estonya gibi NATO üyeleri, ABD’nin nükleer kararlılığını prensipte desteklerken, bölgesel gerilimin tırmanmasından ve Avrupa’nın yeniden nükleer silahların konuşlandırılacağı bir cephe haline gelmesinden ciddi endişe duyuyor. Öte yandan Çin, Washington’un hem Moskova’yla hem de Pekin’le aynı anda stratejik gerilim üretmesini bir zafiyet alanı olarak değerlendirmeye başladı. Pekin, bu ikili baskı politikasını “stratejik hata” olarak nitelendiriyor ve sessiz ama kararlı bir şekilde kendi nükleer kapasitesini artırma yoluna gidiyor. ABD’nin uyguladığı baskı politikaları müttefikler arasında kaygı üretirken, rakip aktörleri daha da sertleşen bir nükleer stratejiye yöneltiyor.
ABD ile Rusya arasındaki nükleer gerilim yalnızca iki ülke arasındaki bir rekabet olmaktan çıkıp, küresel güvenlik dengelerini tehdit eden çok boyutlu bir krize dönüşmek üzere. Trump’ın test çıkışı ve Putin’in karşı hamleleri, nükleer silahların yeniden siyasi bir araç haline gelmesine ve silahlanma yarışının hız kazanmasına yol açabilir. Bu süreç, yalnızca stratejik istikrarı değil, nükleer silahların yayılma riskini de artırarak yeni bir Soğuk Savaş olasılığını gündeme getiriyor. Ancak uzmanlar, tarafların sahada doğrudan çatışmaktan çok, birbirlerine maksimum baskı uygulayarak diplomatik masada üstünlük sağlama niyetinde olduğunu belirtiyor. Trump yönetimi, aynı anda hem Çin’e hem de Rusya’ya baskı kurarak jeopolitik avantaj ararken; Putin ise, içeride zayıflayan iktidarını güçlendirmek için dış tehditleri ön plana çıkarıyor.